Gazi Kovan’ın Hikayesi,Günün anlamına yakışacak bir hikaye tamamen gerçektir.
Mart 1921 – İnönü Ovası insanın iflahını kesen buz gibi bozkır ayazında Ethem Çavuş un sırtı üşüyor, avuçları ise kızgın mermi kovanlarına çıplak elle dokunduğu için alev alev yanıyordu. Top atışı on sekiz saattir durmaksızın sürüyordu ve bunca süreden sonra elleri neredeyse duyarsızlaşmıştı. Sabit, artmayan, ıstırap verici sayılmayacak basit bir sızlama gibiydi sadece. Oysa her iki avucu da tamamen su toplamış, kabarmıştı. Mart ayazında esen poyraz, İnönü ovasından kalkan tozu düşmana doğru süpürüyor, süvariler düşman hatlarına doğru, poyraz dan da hızlı hücum ediyorlardı. At kişnemeleri, top gümbürtüleri, insan çığlıkları, tüfek sesleri, süngü ve kılıç şakırtıları birbirine karışmış, Ethem Çavuş un yarı sağır kulaklarında değişmez, bitimsiz bir savaş uğultusu haline gelmişti. Her ses o tek sesin minik bir harmoniyi, o polifonik ezginin bir anda ısıtılıp kaybolan notaları gibiydi. Ethem Çavuş, 75 mm’lik topu durmaksızın dolduruyor, her seferinde besmele çekip keşif kolunda bildirilen menzillere kıyamet yağdırıyordu.
Artık otomatik hale gelmiş hareketlerle sandıktan mermi alıyor, topa sürüyor, ateşliyor, boş kovanı çıkarıp ayaklarının dibindeki başka bir sandığa atıyordu. O anda eline bir somun ekmek verseler, onu bile topun mermi yatağına sürebilirdi. Sandıkta kalan sondan üçüncü mermiyi aldığında bir an duraksadı. Merminin üzerine bir çaput sarılıydı. Hareketini yavaşlatan bu saçmalığa söverek çaputu sökerken avucuna kalem büyüklüğünde demir bir çubuk düştü. Çaputun ve çubuğun anlamını çözmeye çalışırken sarı metalden mermi kovanına kazınarak yazılmış yazıya gözü ilişti. Okumaya vakti yoktu. Mermiyi topa sürüp ateşledi. Demir çubuğu cebine, boş kovanı ise bu sefer sandığa değil yere attı. Taarruza ara verdiğinde merakını uyandıran yazıyı okumak istiyordu. Birkaç dakika sonra soğumuş olan kovana kaybolmaması için yerden alıp mintanının yakasından içeri attı. Akşam ezanı vaktinde çarpışma durmuş, mevzileri ileri, düşman hatlarına doğru ilerletme emri gelmişti. Batarya komutanı, Ethem çavuşa istirahat verdi. Yarım saatlik istirahatta erler top arabasını çekerlerken o da yemeğini yiyecek, namazını kılacaktı. İlk iş olarak boş kovanı çıkarıp üzerindeki yazıyı okudu.Kovanın üzerinde “ Karahisarlı Seyfi Çavuş. 4. Alay 2. Tabur 8. Batarya 26 Rebiyülâhır 1339 * İnönü “ Yazıyordu 1. İnönü savaşının en kızgın günlerinden birinde düşürmüş not ve mermiyle gelen demir çubuk, İmalat – ı Harbiye atölyelerinde çalışanların bir mesaj istediğini gösteriyordu. Boşalan kovanlar Ankara da ki atölyelere yollanır, oradan tekrar doldurulup cepheye dönerdi. Üç saat sonra gecenin iyice çökmesiyle savaş tamamen durulmuş, birlikler yeni mevzilerine yerleşmişti Ethem Çavuş, cebindeki demir çubuğu çıkarıp bir köşeye oturdu. Ucu sivriltilmiş çubuk, bakır ustalarının “ kalem “ dedikleri, metal üzerine desen oymaya yarayan keskin bir aletti. Eline yumruk büyüklüğünde bir taş alarak hafif tıklamalarla kendi mesajını kovana kazıdı. “Aksekili Ethem Çavuş 8. Alay 3. Tabur 1. Batarya 20 Recep 1339** İnönü “ Beş gün sonra Ankara Atölyenin bir köşesinde cepheden gelen sandıkları açan kalfa, tezgâhlardan birinde harıl harıl çalışmakta olan ustaya seslendi. Sesinde, eşi doğum yapmış bir adama bebeğini müjdeleyen ebenin heyecanı vardı. “ Kâmil Usta! Müjdemi isterim! Senin yavru cepheden dönmüş!” tüm personel kalfanın ne söylemek istediğini anlamıştı.
Kısa bir süre için işler durdu. Hepi sandıkların olduğu kısma koşturarak kovanın üstündeki yazıyı okumak için toplandılar. Tabiî ki bu şeref Kâmil Ustaya aitti. Yüksek sesle Ethem Çavuşun notunu okudu. Atölyede bir bayram havası esmişti. Tüm çalışanlar Kâmil Ustayı yeni baba olmuş biriymiş gibi kutluyor hayır dualar ediyorlardı. Ustalar, iş tezgâhlarından birinin başında toplandılar. Kâmil usta kovanın ağzını eğilen yerlerini düzeltip özenle kapsülünü yeniledi. İçine barutunu doldurduktan sonra yeni bir çekirdeği kovanın ağzına oturtturdu. Mermi hazır olunca, Ethem Çavuşun kovanın içinde geri yolladığı çelik kalemi yeni bir çaputla merminin üzerine sardı. Kundaklanmış mermiyi şefkatle tutarak yeni doldurulan bir sandığa yatırdı. Çalışanlar hep bir ağızdan
“Allah Kavuştursun” deyip işlerinin başına döndüler. Kâmil Usta, halen açık duran sandığa yatırdığı mermiye hüzünle bakıp
“Selametle git aslanım. Allah muvaffak etsin. Çok bekletme bizi” dedi.
Kovan, 1. İnönü Savaşı sıralarında üzerindeki ilk notla Kâmil Ustanın eline geçtiğinde bu fikir doğmuştu. Karahisarlı Seyfi Çavuşun başlattığı bu geleneğin süreceğinden emin değildi; ama denemeye değerdi. Nitekim Aksekili Ethem Çavuş umutlarını boşa çıkarmamıştı.
Cephede patlayan her merminin kovanı buradaki ustaların elinden geçtiğine göre bir aksilik olmazsa yeniden görüşeceklerdi.Eylül 1922 – Ankara Bir buçuk yıl içinde kovan sekiz kere daha atölye ye uğradı. Üzerindeki mesajların sayısı da sekiz e ulaşmıştı. Mesaj yazanların sekizi de başka alay ve taburlardan farklı kişilerdi. Kovan her keresinde atölyedekilere daha büyük bir coşku yaşatıyor, istiklâl savaşının her zorlu durağından Ankara ya barut, kan ve zafer kokusu taşıyordu.
Türk ordusunun İzmir e girdiği gün Ankara da bayram havası eserken kovan yeniden gelmiş, ama bu sefer tüm atölyeyi yasa boğmuştu. Kovanın içinde, çelik kalemin yanı sıra bir mektup ile bir tane de bakir künye vardı. Kovanın üzerine kazınmış 9. notta; “kara hisarlı Seyfi Çavuş. 4. Alay 2. Tabur 8. Batarya 12 Muharrem 1341***Banaz” yazılıydı. Atölyedekiler mektubu açıp okumaya koyuldular;“Bismillâhirrahmanirrahim. Selam un aleyküm gayret perver ustalar. Allah a şükürler olsun ki mendebur düşman kaçıyor. Muzaffer Türk ordusu beş gündür durup dinlenmeksizin kâfiri kovalıyor. Güzel İzmir e, kalplerimizdeki imanımız kadar yakınız artık. İki gün evvel Banaz daki muharebede bataryamın çavuşlarından Seyfi, kalleş düşmanın kurşunuyla şahadete ermiştir. Cenazesini sıhhiyecilere teslim etmeden önce mintanının içinde bu kovanı buldum. Malumunuzdur ki vefat eden neferin künyesi ailesine yollanır. Lâkin beş gün önce Karahisar ı ele geçirdiğimizde, Seyfi çavuş un ailesinin düşman tarafından katledildiğini öğrendik. Bu kahraman Türk evladı kederini yüreğine gömüp anacığını, babacığını defnedemeden düşmanın peşine düştü. Üç gün sonra kendisi de hakkın rahmetine kavuştu. Kovandaki yazılardan anladığım üzere bu topçu neferlerin bir ailesi de sizler olmuşsunuz. Bu sebeple Seyfi çavuşun künyesini sizlere yolluyorum.
Başınız sağ olsun. Hayır dualarınızı bizlerden, Fatihalarınızı aziz şehitlerimizden esirgemeyiniz. Hakkın rahmeti üzerinize olsun. Yüzbaşı Muhsin Talat. 4. Alay 2. Tabur 8.Batarya 14 muharrem 1341 Salihli” Mektup bittiğinde tüm personel ağlıyordu. Atölyeye bir ölüm sessizliği çökmüştü. Hiç tanımadıkları halde iki satır yazıyla kardeş oldukları Seyfi çavuşun ardından Fatiha okuyup Amin dediler. Amin, işin bahanesiydi. Ellerini yüzlerine sürüp çevrelerine belli etmeden gözlerini silmekti dertleri. Oysa her biri bir diğerinin de ağladığını biliyordu. Dışarıdan gelen neşe dolu marş sesleri bile kederlerini dağıtamıyordu: İzmir in dağlarında çiçekler açar Altın gümüş orada sırmalar saçar Bozulmuş düşmanlar sel gibi kaçarYaşa Mustafa Kemâl Paşa yaşaAdın yazılacak mücevher taşa.Kamil usta yutkunarak tezgahının başına oturdu. Kovanı yeniledi ama bu sefer, minik iki perçinle Seyfi çavuşun künyesini kovanın dibine çaktı.Yine her zamanki merasimle mermiyi kundaklayıp sandığa yatırdı. Oysa o mermi bir daha düşman mevziilerine gönderilmeyecekti.
Ocak 1923 – Ankara Savaşın bitmesinin ardından Ankara da ki mühimmat depolarında sayım ve temizlik yapılıyordu. Sandıklar tek tek açılıyor mermiler sayılıp tekrar sandıklanıyor, kayda geçirilip daha tertipli bir cephaneliğe gönderiliyordu. Teğmen Hamdi Vasif, Kamil ustanın hazırlayıp kundakladığı mermiyi buldu. Böyle bir anının – belki de yıllarca – sandıkların içinde kalmasına gönlü el vermedi. Ciddi bir suç işliyor olmayı göze alıp mermiyi evine götürdü. Niyeti, ömrünün sonuna kadar mermiyi bir ant olarak saklamaktı. Öyle de oldu; ama mermi birkez daha kullanıldıktan sonra Hamdi Vasif in evinde, camekanlı konsolun içindeki yerini alacaktı. Üstelik teğmen, bir tesadüf eseri merminin hikayesini öğrenecek, bu hikayeyi hatırında yazacaktı. 29 ekim 1923 – Ankara Teğmen Hamdi Vasif Ankara kalesine çıkan dik sokakları koşarak tırmanıyordu. Soğuğa rağmen kan ter içinde kalmıştı. Surlara ulaşınca 75 mm lik toplardan birin yanına koştu. Yarım saat önce 20:30 duyurulmuştu. 101 pare top atışıyla cumhuriyet kutlanıyordu ve Seyfi Çavuş un mermisi bu şöleni kaçırmamalıydı. Yetmiş, belki sekseninci atışta topçuların yanına ulaşabilmişti. Yüzbaşı Muhsin Talat ın yanına giderek sert bir asker selamı verdi.
“Hamdi Vasif Edirne! Bir maruzatım var komutanım” yüzbaşı sorar gözlerle genç subaya bakıyordu.
“evet teğmenim sizi dinliyorum” Teğmen, üniformasının içinden mermiyi çıkarıp yüzbaşıya uzattı. “yüz birinci pareyi en çok bu mermi hak ediyor komutanım. Müsaadenizle bu şerefi ondan esirgemeyelim.” Yüzbaşı Muhsin Talat gözlerine inanamamıştı. Sevinç gözyaşlarını tutamadı. Hamdi Vasif a defalarca teşekkür ediyor, çevresindeki askerlere mermiyi sokabileceği bir iki alet getirmelerini emrediyordu. O kadar heyecanlanmıştı ki neredeyse aralarındaki rütbe farkına bakmaksızın genç teğmenin ellerini öpecekti. Mermiyi alıp çekirdeğini dikkatlice yerinden çıkardı. Kovanın tepesine bir bez parçası tepip iyice sıkıştırdı. Subay şapkasını çıkarıp sürün üzerine koydu. Mermiyi şapkanın içine yatırdı. Toplar atışlara devam ediyordu. 82,83,…97,98,99… On dakika kadar sonra, atışları sayan çavuş “yüzüncüyü attık komutanım” deyince Muhsin Talat, kovanı topun ağzına kendi elleriyle sürerek atış emrini verdi. Subayların kılıçlarını çekerek selamladığı o son top sesi Ankara nın her duvarından yankılayıp dört yıllık istiklal savaşının tüm hikâyesini anlatmıştı sanki. Rütbe ve mevkilerine bakmaksızın topun başındaki tüm askerler kucaklaşarak birbirlerini kutladı. Son olarak Yüzbaşı Muhsin Talat ile Teğmen Hamdi Vasif sarıldılar. Kovan ayaklarının dibindeydi. Yüzbaşı eğilip saygıyla kovanı yerden aldı. Avuçlarının yanmasına aldırmadı bile. Hamdi Vasif Yüzbaşının kovanı biliyor olmasına şaşırmıştı. Muhsin Talat, sorar gözlerle kendisine bakan genç subaya ötedeki, üzeri son baharın son kır çiçekleriyle ve iki küçük Türk Bayrağıyla süslenmiş masayı işaret etti. “gelin teğmenim. Bizim çocuklar çay demlemiş. Çay içip sohbet edelim. Size kovanın hikâyesini bildiğim kadarıyla anlatayım ve sizin hikâyenizi dinleyeyim.” Dört gün sonra kovan, Millet Bahçesinde bir masanın üzerindeydi ve çevresinde 3 adam oturmuş sohbet ediyorlardı. Yüzbaşı Muhsin Talat, teğmen Hamdi Vasif ve Kamil Usta. O gün aralarında bir karar aldılar. Kovanı her yıl cumhuriyet bayramında değiş tokuş etmek üzere nöbetleşe saklayacaklardı. Kovanın nihai sahibi, içlerinde en son ölen kişi olacaktı. 1936 yılında Kamil Ustanın ve 1942 yılında Muhsin Talat ın vefat etmesiyle kovan Hamdi Vasif Gazikovan a kaldı. 1934 teki soyadı kanununda bu üç adam da “Gazikovan” Soyadını almışlar, kovanın aracılığıyla isim kardeşi olmuşlardı. Aralarındaki ülkü kardeşliği de zaten yadsınamazdı. “kovan” sözcüğü insanlarda kovalayan anlamını çağrıştırıyordu. Bu yüzden üç adama soyadlarının anlamını sorana sormayana, hikâyeyi heves ve gurur la anlatıyorlardı.Temmuz – 2005 Gazikovan ailesinin evi “Alooo! İyidir kanki yaa nolsun! Siz ne ayardasınız? Bizim valide sultan akşam akşam iş çıkardı başıma… Taşınıyoruz ya bodrumdaki öteberiyi toplayacakmışım. Bir sürü ıvır zıvır var. Bir hurdacı çağırtalım dedim dinletemedim… Ya! Gelirim gelmesine de annem yaratık gibi dikilmiş başıma hareket çekiyor… Tamam baba. Araşırız. Baaay! “ Evin 20 yaşındaki oğlu Sertan telefonu kapatıp annesine ters bir bakış fırlattı; “Ne var yaa? Ne kaynaşıp duruyon?” “Doğru konuş yırtarım ağzını. Bodrumu toparlamadan hiçbir yere gidemezsin.” “tamam yaa! Toparlayacağız işte” “hadi sallanma” Sertan karanlık ve nem kokan bodrumun ışığını yakıp ayaklarının dibinde yığılı karton kolilere sıkı bir tekme savurdu. Nereden başlayacağını bilmez bir halde kolilere bakarken bir tanesini sinirle tepetaklak etti. Dökülenlerin en üstünde sedef kakmalı ahşap bir kutu gözüne çarptı. Kutuyu açıp içindeki kovanı çıkardı. Bir süre üstündeki Osmanlıca yazıları inceledikten sonra kutudaki meşin kaplı defteri eline aldı. Mürekkepli kalemle muntazam bir yazıyla doldurulmuş defteri okumaya koyuldu. Neyse ki defterdeki yazılar Latin alfabesiyle yazılmıştı; “evlatlarım, torunlarım! Bu kovan şanlı bir tarihin tezahürüdür. Üzerinde yazanları yeni alfabemizle bir arka sayfaya not ettim. Bu defterdeki hikâye ve kovan, sizlere intikal ettirdiğim en kıymetli mirasımdır. Sakın ola ki yitirmeyin ve satmayın. Kıymet bilmezlerin himayesine vermeyin. Gerekli hürmeti ondan esirgemeyin. Evinizde vatan kadar kutsal yegâne bir varlık varsa oda bu emanetimdir. Hakkın rahmeti ve inayeti üzerinize olsun. Babanız, dedeniz, emekli Albay Hamdi Vasif Gazikovan. 29 Ekim 1953” Hamdi Vasif ve eşinin 1956 da bir deniz kazasında ölmeleri üzerine eşyaları, acılı aileye yardım etmek üzere konu komşu tarafından oğulları Şerif ve kızları Hamiyet’in evlerine götürülmüştü. İşe yarar eşyalar iki evde kullanılırken kutuların çoğu yıllar boyu hiç açılmamış, bodrum katlarda neredeyse çürümeye terk edilmişti. Babasının kovan hakkındaki hikâyesini defalarca dinlemiş olan Şerif Bey, bir yığın eşyanın arasından kovanı bulup çıkarmaya üşenmiş, her aklına geldiğinde bir sonraki sefere ertelemişti. Lakin kovan gün yüzüne çıkamadan Şerif Bey de hakkın rahmetine kavuştu. Ardında, hikâyeyi önemsemeyecek kadar az bilen iki evlat bırakarak. Hamdi Vasif in bu en değerli mirasına 50 yıl sonra ilk dokunan, torununun çocuğu Sertan oldu. Genç adam loş ışıkta defterin sayfalarını hızlı hızlı çevirerek her sayfadan birkaç cümle okudu. Defterde yazılanlar çok ta ilgisini çekmemişti. O sırada çalan cep telefonunu yanıtladı; “Alooo!….. Hadi yaa! Mega fikir! …… Tamam moruk.Geliyorum bekleyin. Kızlardan kimler var?……….. Uff! Kadroya bak! Peline dokunanı yakarım bilmiş olun.” Elindeki kovanla defteri duvarın dibine doğru fırlatıp bir küfür savurdu “Ulan başlarım kovanına daaaa, defterine deeee!” Söve saya merdivenleri çıktı. Annesinin bağırtılarını kulak arkası ederek kapıyı çarpıp kendini sokağa attı. Alemlere akmaya gidiyordu. Bir hafta sonra hamallar Gazikovan ailesinin eşyalarını Sarıyer deki yeni evlerine indirirken, Maltepe belediyesinin temizlik işçileri ise boş evin önündeki karton kutuları çöp arabasına yüklüyorlardı. Aracın hidrolik presi tıslayarak kutuları hazneye sıkıştırırken yükselen çatırtılar, bir milletin kadirbilmezliğine yakılmış ağıt gibiydi. Çatırdayan kovanın sedef kakmalı tabutu değildi. Tabii ki Cumhuriyetin yitirilen ruhuydu. Mustafa Kemal in tüm kötülükleri, cehaleti, geriliği ve aczi içine hapsedip kilitli bir şekilde milletine emanet ettiği pandora kutusuydu. Çeyrek asır süren bir diriliş efsanesinin, yarım asır daha sonra gördüğü muameleye isyanıydı. Ve hatta Sertan ın yaşındayken şehit olan karahisarlı Seyfi Çavuş’un Kemikleriydi.