Bir fare, bir devenin yularından tutmuş, kurula kurula yola düzülmüştü. Gururundan kabına sığamıyor, kendi kendine söyleniyordu:
“Ben ne büyük kılavuzum, koca bir deveyi yularından tutmuş, çekip götürüyorum.”
Derken önlerine koca bir ırmak gelmişti. Fare, ırmağı görünce duraladı. Suya dalsa, kuşkusuz boğulurdu. Deve, farenin durakladığını görünce:
“Hayrola dostum,” dedi. “Niçin durdun. Dal şu ırmağa, karşı tarafa geçelim…”
Fare, utancından delik arıyordu kaçacak… Boynunu büktü:
“Ben bu ırmağı naşı] geçerim, görmüyor musun su çok derin?”
Deve:
“Hele bir görelim, ne kadarmış bu su,” diyerek ırmağa daldı. Su ancak dizlerine kadar çıkmıştı. Güldü. Fareye:
“A korkak cüce.. Derin dediğin su, ancak diz boyu.. Korkacak ne var. Haydi dal suya da, karşıya geçelim…”
Fare titriyordu. Deveye yalvardı:
“Ey büyük üstad! Dizden dize fark var. Bu ırmak sana diz boyu ama, bana koca bir deniz.. Sana iki adımlık bir su birikintisi, bana aşılamayan bir nehir..”
Deve dayanamadı, konuştu:
“Öyleyse bir daha küstahlık yok. Boyundan büyük işlere girişme.. Kendin gibilerle boy ölçüş.. Haydi titreyip durma, sıçra da hörgücüme bin. Seni de, senin gibi yüzlercesini de karşıya geçirebilirim. Bu sana bir ders olsun…”